31 Ekim 2010 Pazar

zargana


Zargana (Belone belone), Belonidae familyasına ait uzun ve ince vücutlu bir deniz balığı türü.60-70 cm, hatta bazen 1 m uzunluğa varır ve ortalama 18 yıl yaşar.Çaça hamsikıraça ve çamuka gibi küçük balıklarla beslenir. Ilıman denizlerimizin yerli balıklarındandır. Kılıç balığının başlıca düşmanıdır. Vücut yapısıyla gayet çevik ve hızlı yüzen bir balıktır. Kendini korumak için su yüzeyine Sıçrayarak da ilerliyebilir. Lezzetli eti ticari açıdan değerlidir. İlkbahardan Sonbahara kadar üreme süresince 30-50000 yumurta döker.Ilık ve sıcak kıyılardan hoşlanır ve her yaz iskele kıyılarında dolaşırlar Ülkemiz sularında av dönemlerinde oldukça fazla bulunan bir balıktır. Sürü halinde yüzeyde gezen bir balık olduğundan şamandıralı özel bir olta ile avcılığı yapılır. Olta olabildiğince uzağa atılır ve hafif hafif çekilmeye başlanır. Oltanın atıldığı bölgede zargana varsa birkaç tanesi birden yeme atlar. Yakalanan balık oltadan kurtulmak için kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle zik zaklar çizer dışarılara zıplar.
Uzun ince yapılı, yelkenbalığına benzer bir okyanus-kıyı balığıdır. Okyanuslarda az rastlanır ama iskele kıyısında bol bulunur ve özellikle şamandıralı olta ile kıyıdan balıkçılığı yapılır. Kemikli kıvrak ve ince yapılı ege ve akdenizde çoklukla bulunan kıvrak hızlı ve gece-gündüz aktif yelkenbalıklarıdır.

Toysdreams

http://www.etsy.com/shop/toysdreams?bid=2722

28 Ekim 2010 Perşembe

çok eğlenceli bir kitap


WILLOUGHBY AİLESİ,
 Lois Lowry’nin “Newbery Medal” ödülü alan YILDIZLARI SAYMAK, SEÇİLMİŞ KİŞİ, MESAJCI ve MAVİYİ TOPLAMAK adlı kitaplarından sonra, Arkadaş Gençlik dizisinden çıkan beşinci kitabı. Lois Lowry, “eski moda bir öykü” diye adlandırdığı Willoughby Ailesi ile; “acınası halde fakat sevimlilikten de ödün vermeyen öksüzlerle, huysuz ve cimri akrabalarla, cömert vasilerle ve şirin çocukların geçirdiği dönüşümlerle dolu” diye adlandırdığı bir dolu eski kitaba bir yenisini ekliyor. 4 çocuklu “eski moda” bir aile olan Willoughby’ler; Timothy, ikizler Barnaby A ve Barnaby B, en küçükleri Jane, çocukları olduğunu sık sık unutan ebeveynleri, maymun suratlı öksüz bir bebek, mendebur bir dadı, melankolik bir para babası, çığ altında kalan trenden çıkan titiz anne ve oğlu, yaltakçı bir postane müdürü… Bu eski moda kitabı okurken çok eğleneceksiniz. WILLOUGHBY AİLESİ’nde Lowry kitabı şaka yollu bir “sözlük” ve “kaynakça” ile sonlandırıyor. Çok yönlü ve yenilikçi bir yazar olan LOIS LOWRY 20 Mart 1937’de Hawaii’de dünyaya geldi. Babası Amerikan ordusunda diş hekimi olarak görev yaptığı için ailesi ile beraber birçok farklı şehir ve ülkede yaşadı. Brown Üniversitesi’nden mezun oldu. Popüler Anastasia Krupnik serisi de dahil olmak üzere otuzdan fazla kitap yazdı. “Boston Globe-Horn Book”,“Dorothy Canfield Fisher”, “California Genç Okuyucular Madalyası”,“Mark Twain” ve “Newbery Medal” ödüllerine layık görüldü. Evli ve 2 çocuk annesi olan yazar Boston’da ve Maine’de 1840’lardan kalma bir çiftlikte yaşamaktadır.

kağıt bebek ve kostümleri

Çocukken bunlar için delirirdim.

27 Ekim 2010 Çarşamba

retro-fashion

http://retro-fashion.blogspot.com/search?updated-max=2007-12-31T06:06:00-08:00&max-results=1

Csontváry



"Öğrenciyken ezberden nefret ederdim. Kutsal Kitap'ı masal gibi görüyor; daha çok, dışarıda, doğanın içinde olmaya, bülbülün ötüşünü dinlemeye, kâh burada kâh şurada polenli taçyapraklarını kelebek, arı, yaban arısı ve böcek sürüleri kuşatmış bir çiçeğe bakmaya can atıyordum."

Mihály Tivadar Csontváry, 5 Temmuz 1853'te Kisszeben'de doğdu. Beş kardeşi vardı, babaları avcılığa meraklıydı. Spor, avcılık ve patende çok iyi olan Csontváry derslerinde bir o kadar başarısızdı. Babasının onu götürdüğü Eperjes'te üç yıl boyunca satıcılık yaptı, sonra kimya eğitimi aldı ve eczacı oldu. 1863'teki büyük sel felaketi ve ardından çekildiği dinlenmeden sonra kendini İgló'daki eczanenin önünde öküz arabasını reçetelere resmederken buldu. Yaklaşık on yıl süreyle eczacılıktan iyi para kazanan Csontváry, 1894'te, 41 yaşında resim yapma hayalinin peşine düşerek önce Münih'ten Karlsruhe'ye, oradan İtalya'ya ve Dalmaçya kıyılarına uzandı. Önce Düsseldorf Akademisi'ne, sonra Paris'teki Julian Akademisi'ne yazıldı. Akademik eğitimi terkederek Pompei'den başlayan uzun yolculuğu süresince İtalya kıyılarını dolaştı. Ardından Avrupa'yı, Mısır ve Kudüs'ü keşfetti. Yolculukları sırasında 1913'te İstanbul'a da uğradı. 1919 yılında Macaristan'ın gelmiş geçmiş en sıradışı ve yalnız sanatçısı olarak yaşama veda etti. 

--------------------------------------------------------------
Taraf:
Yirmili yaşlarının ortalarına kadar eczacı olan bir adam 13 Ekim 1880 yılında duyduğu sese kulak verdi ve hayatı değişti. Ses ona şöyle diyordu: “Sen Rafael’den bile büyük bir ressam olacaksın.” Dünyaca tanınan “ilk Macar ressam “olan Tivadar Csontváry Kosztka’dan bahsediyoruz...
Sanat dünyasının en yalnız ressamlarından biri olarak görülen Csontváry’nin eserleri Pera Müzesi’nde sanatseverle buluştu. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Film Festivali’nde sanatçının hayatını konu alan Csontváry adlı filmle biraz daha yakından tanıma şansı bulmuştuk ama bu sergiyle ressamı ve dünyayla olan derdine şahit olmamız kaçınılmaz. Çünkü o gerçekten tuhaf bir adam. Bunu en iyi kanıtlayansa 40 yaşından sonra resim yapmaya başlaması. Eğitim hayatı pek parlak geçmeyen Csontváry, bir sel felaketinden sonra yakalandığı hastalık sonrası inzivaya çekilen ve bir gün çalıştığı ezcanenin önünde uyuklayan öküzleri bir peçeteye çizerek resim sanatına ilgi duyan biri. 1903 ile 1909 yılları arasında en üretken zamanlarını yaşayan ressam 1907’de Paris’’te açtığı sergiyle eleştirmenlerce kabul gördü görmesine ama eserlerinden ziyade yaşam tarzı dikkat çekiciydi.
Vejeteryan, içki ve sigara karşıtı olması ayrıca pasivist bir duruşu olan Csontváry’in yeteneği şizofreniyle birlikte, din felsefesi ve hayatı hakkında yazdığı bazı kahince sözler onu diğerlerinden ayırıyordu. Ama onun en büyük isteği Rafael Santi’den daha iyi olmaktı...

Rafael’in önüne geçmek istedi

Lajos Németh bu durumu ve Csontváry’nin sanat dünyasındaki yalnızlığını şöyle açıklıyor: “Csontváry’nin çağdaşlarından çoğu sanatçının tuhaf eylemlerini ve ayrıksı fikirlerini biliyor ve bunlarla alay ediyorlardı. Aralarından yalnızca birkaçı, kendisini Rafael’le karşılaştıran bu “kendinden menkul” dahinin, gerçekten de yetenekli olduğunu fark etmişti.”
Ressamları ya dahi, ya deli yaparız biz. O hangisi, yoksa her ikisi birden mi bilinmez ama gerçek şu ki; diğerlerinden farklı ve çok yalnızdı. Dünyaca tanınan İlk macar ressam unvanını kazanan sanatçının yaşadığı sorunlar yaratıcı gücünü ve dengesini temelden sarsmıştı. Buna rağmen yüzden fazla tablosu olan Csontváry ölümü sonrasında Picasso’da dahil olmak üzere birçok büyük ressam tarafından saygıyla anıldı. 39 eserden oluşan Csontváry: Macar Resminin Sıradışı Bir Ustası sergisini, 12 aralık tarihine kadar Pera Müzesi’nde gezebilirsiniz.

20 Ekim 2010 Çarşamba

büyüksün

http://www.galerieart.cz/born_vystava_2.htm

diana schoenbrun

http://dianaschoenbrun.blogspot.com/
http://dianaschoenbrun.com/index.html

ne zaman mutsuz olsam bunu seyredip kendime geliyorum

carl kleiner

patricia anders

http://www.patriciaanders.com/

Telsizden cinayet haberini aldığımda


Saat akşam dokuz cıvalarıydı. Makdülün orta yaşlarında kadın olduğunu duymuştuk. İlk belirlemelere göre boğularak öldürülmüştü ve benim, acilen olay yerinde olmam gerekiyordu. Belki yaşamım kadar bu meslekle haşır neşir olmuşluğum vardı. Kader bana cesetlere mana arama işini uygun görmüştü. Her nöbet günümde olduğu gibi sakin başlayan gece, polis kayıtlarına geçecek bilinmezlerle dolu olacaktı. Ekiple sokaklara daldığımızda yağmur indirmeye başlamıştı. İnsanın içine işleyen soğuk görüş alanını daraltıyor bunalıma itiyor, daha iyisi intihar kararları aldırıyordu.
Olay mahalline geldiğimizde meraklı gözler bize bakıyordu. Halbuki bizim onlara soracak sorularımız olacaktı. Merak bizim işimizdi. Apartman çökmek üzere olan köhne bir binaydı. Her yeri dökülmesine rağmen ayrıntılarında bile kişilik taşıyan yapılardandı. Rutubetten duvarlar pamuklanmıştı. Böyle yağmurlu bir gecede insan olsaydı inim inim inliyor olacaktı. Altıncı kata üzerimizdeki suları serperek çıkmaya başlamıştık, yukarı vardığımızda fark ettik ki bir yerlere çömelmezsek bu merdivenlerin bizden aldığı nefesi telafi etmemiz imkansız olacaktı. İçerisi en az sokaklar kadar bunaltıcıydı. Gençlerden biri akıl edip pencereyi açmasa hepimizin bu cesedin yanında yatıyor olmamız hiç şaşırtıcı olmayacaktı. Kız yerde gayet usturuplu yatıyordu, durumu bilmeseniz numara yapıyor bile sanabilirdiniz. Yüzünde tuhaf bir huzur vardı. Artık bütün dertleri bitmişti, ertesi gün iş yerindeki suratsız tipleri görmeyeceği için belki de, mutlu gözüküyordu. Belli ki yalnız yaşıyordu. Her şey tekti. Koltuk, yemek kapları, diş fırçası hepsi buram buram yalnızlık kokuyordu. Tek bir aile fotoğrafı bulamadık. Dolayısıyla bu korkunç ölüm haberinin hayatına taşıyacağımız kimseyi bulamamıştık.
Bu da gecenin iyi diyebileceğimiz kısmına yazılıyordu. Her şey yıllardan beri tek başına imajı çizerken, olay tuhaf bir şekilde güvendiği biri tarafından gerçekleşmişti. Çünkü hiç direnmemişti ne kapı ne kendisi. Şu anda olanların gerçeğini iliklerine kadar yaşayan bu zat bizimle yıllar sonra karşılaşacaktı. Biz rutin işlerimizi yapıp çıktığımızda elimizde sadece kızın vesikalık resmi vardı. Daha sonra (elle boğulma) otopsisinin gelmesiyle, büyük bir mezarlığı hatırlatan evrak dolabına yollanacaktı...
Bu dolabın içi yıkılmış insan ömürleriyle doluydu. Şimdi elimde duran Nesrinin de ölüm sebeplerini araştırırken geçmişinin izini sürmeye başlamıştık. Ne kadar son bizi ilgilendiriyor ve profesyonel bakmaya çalışsak ta, durum nereden baksak hüzünlüydü işte. Nesrin yıllarca kendini dış dünyaya kapatmıştı tek iletişimi televizyon sayılırdı. Bir katil arandığında tek suçlu görünmez kaza olabilirdi. Uzun zamandır devlet üniversitesinde araştırma görevlisiydi. Sizde bilirsiniz her iş ilk yılından sonra rutin olur. İşin adı araştırma olsa da olay devlet memurluğunda bitiriyordu. Üniversitelerin içi sıkışmış hiçlik içinde daralan insanlarla doludur. En büyük enerji yeni gelen etajerlerin pire gibi etrafta dolanmalarıdır. Her şeyi sorular sorarlar, hemen hocalarına aşık olurlar ama zaman geçince onlarda sadece bir masanın etrafında dolandıklarını anlarlar.
Biz gerekli gereksiz herkesle nesrini konuştuk. Boş gözlerle bakan iş arkadaşları sanki kurtulmuş işte der gibiydiler. Fazla uzatmadan "mutlu son" nasıl olmuş anlatayım. Bu cinayette neredeyse kendiliğinden yıllar sonra çözüldü. Mühim adamlardan birini evi soyulmuştu. Karakolun telefonları hiç susmuyordu. Şehirdeki hatırı sayılır herkes aradı, bir suçlu aranıyordu, acilen biri lazımdı bize. Şehri bütün gece hallaç pamuğu gibi attık. Kara kolun müdavimleri yerlerini almıştı, hiçbiri tarife uymuyordu. Kimi yakacağımızı düşünüp dururken sabaha karşı bir genç getirdiler, ruh hali bitmişti. İlaçla birlikte içki içenlerden biriydi belli ki. Acılarını dindirmek için her yolu deniyordu, gözleri torba torba göz yaşı doluydu ama dökülecek mecra bulamıyorlardı. Biraz dürtükledik, bize nesrinin ruhunu şad ettirdi. 
Lise yıllarında tanışmışlardı. O senelerde bizim kız iki senelik yüksek okullarından birini kazanmış, mahalleden kurtulmaya beş kalmış havasıyla herkesi kırıp geçiriyordu. Daha ilişkileri başlamadan bitmişti. Ercan bu durumu işsizlik eğitimsizlikle birleştirip içerden yanmaya devam etmişti, kızı hatırlamıyordu ama bu duygu katran gibi yapışmıştı artık içine. Malum geceden önce bankada kuyrukta karşılaşmışlardı, nesrin genç adama çok iyi davranmış halini hatırını sormuştu. Belli ki çok yalnızdı. Ercan kısa araştırma sonucu evini hayatını öğrenmişti, işte o gece evine damlamakta gecikmedi. Cinayeti anlatırken ne kadar ağladığını anlatamam. Gene de elinde olsa o an bile boğa bilirdi kızı. İkinci kez ret edilmek esas onu boğuyor, kendine yapamadıklarını nesrine yapmak istiyordu.

ı.d

18 Ekim 2010 Pazartesi

Biraz içimiz açılsın bari

dün sabah İstanbul'da...

Dün koşan herkesten nefret ettim. Resmen işe yürüyerek gittik. Koşanlarda ya 78 yaşındaydı yada Bono gibi köprüyü, ayıya dayı diyerek geçme peşindelerdi.

17 Ekim 2010 Pazar

ЕЛЕНА КОГАН

http://emeobp.blogspot.com/
http://www.katjushik.ru/
http://itsallmy.blogspot.com/

dada ne demektir?

Dadaist manifesto


 
Dada sözcüğü, çevredeki gerçeklikle en primitif ilişkiyi sembolize etmektedir, dadaizm ile ondan yana yeni bir realite ortaya çıkar. Yaşam seslerin, renklerin ve ruhsal ritimlerin, simultane bir hengamesi olarak kendini gösterir; bu, dadacı sanatta şaşmaz bir şekilde günlük hayatın piskolojisinin bütün sansasyonel çağlıkları ve cesur ateşlikleri ile bütün acı gerçekliği ile birlikte aynen alınır.
Dadaizm ile bugüne kadarki bütün sanat eğilimleri ve özellikle kısa zaman önce mankafaların, yeni bir empresyonist uygulama olarak algıladıkları FÜTÜRİZİM arasıdaki kesin ayrım çizgisi budur. Dadaizm, etik'in, küfürün ve iç dünyanın, yalnızca zayıf kasları örten paltolardan başka bir şey olmayan sloganlarını parçalarına ayırmakta, ilk defa yaşama yalnızca estetik açıdan karşı durmaktan fazla bir şey yapıyor.
Dada sözcüğü aynı zamanda sınırlara, dinlere yada mesleklere hiçbir bağlılığı olmayan hareketin uluslararasılığını da gösteriyor.Dada bu çağın uluslar arası ifadesidir, sanat hareketlerinin büyük neşesidir, bütün bu saldırılara, barış kongrelerine, sebze pazarındaki itişip kakışmalara, meydanda yenen akşam yemeklerine vs. vs. karşı sanatçı refleksidir.Dada resim sanatında yeni malzemenin hareketidir.
Dada, Berlin'de kurulan, hiçbir yükümlülük üslenmeden girile bilinen bir kulüptür. Burada herkes başkadır ve herkes sanatsal konularda kendi sözünü söyleyebilir. Dada -düşmanlarımızın inanmak istedikleri gibi- bazı edebiyatçıların hırslarını gizleyen bir perde değildir, dada her konuşmada kendini gösterebilen, böylelikle bu bir DADACI'dır şu ise değildir denebilmesini sağlayan bir zihniyet tarzıdır; Dadacı olmak duruma göre, sanatçı olmaktan daha çok tüccar olmak, parti adamı olmak-yalnızca tesadüfen sanatçı olmak- anlamına gelebilir.

Dadacı olmak kendini olaylara kaptırmak, her türlü tortunun oluşmasına karşı çıkmak, bir an sandalyenin üstünde oturmuş vaziyete hayatını tehlikeye atmak demektir.(Mr. Wengs pantolonun cebinden tabancayı çıkarmıştı). Elin altında bir kumaş yırtılır, insan yadsımayla daha yücelecek olan bir yaşama evet der. Evet demek hayır demektir: Varoluşun güçlü hokus pokus'u gerçek dadacının sinirlerini canlandırır - böyle yatar, böyle avlanır böyle bisiklete biner- yarı pantagruel ve fransizkus olarak güler ve güler. Estetik-zihniyete karşı!
Ekspresyonizmin bu kansız soyutlamasın kaşı! Edebiyatçı beyinsizlerin dünyayı düzeltici teorilerine karşı. Sözcük'de ve resimde dadaizm için, dünyadaki oluşum için bu manifestoya karşı olmak, dadacı olmak demektir. 

bill carman


http://billcarman.blogspot.com/

16 Ekim 2010 Cumartesi

güzel şapka

http://www.sprayblog.net/

Erol Akyavaş

1932 İstanbul doğumlu Erol Akyavaş, sanat hayatına 1950'de Güzel Sanatlar Akademisi, Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesinde misafir öğrenci olarak başladı. O dönem İstanbul'da resim öğrenebileceği en yenilikçi ve en sıra dışı atölye Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesiydi. Klee, Miró gibi sanatçılardan etkilenmesi bu senelere denk gelir. Öykücülüğü en aza indirilmesi, soyutlama ile dekoratif anlatımların ön plana çıkarması bu sebeptendir. 1950-53 yılları arasında Floransa Güzel Sanatlar Akademisi'nde atölye çalışmalarına katıldı. Paris'te André Lhote ve Fernand Léger ile çalıştı. Kübist eğilimli resimler yaptı. 1954'de ABD'ye yerleşti. Chicago'da Illinois Institute of Technology'de mimarlık eğitimi aldı. Kısa bir süre mimarlık yaptı. Hiçbir zaman modern mimarinin estetiğini sevmedi. Bireysel sanatlar her zaman ona daha cazip geldi. Onun deyimiyle mimarlık "Bezdiren bir şey. Bütün sanatlar arasında başkasının aletiyle gerdeğe giren tek sanat." İlk tercihi olan resme geri döndü. Avrupa'da, Amerika'da sergiler açtı. 1961'de bir resmi, New York'taki Museum of Modern Art tarafından satın alınarak koleksiyona dahil edildi.
İslami geleneğin, inanışın, çağdaş yorumunu yaptığı için hem yurt dışında hem de ülkesinde eleştirildi. Amerika'da koleksiyoncular bunu kötü bir şaka olarak algılamak istediler. Aslında onun temaları tamamen kendine ait, iç dünyasından gelen imgeler ve mistik öğelerdi. Avrupa'da bu sorunu yaşamadı. Bu durumu kendisi bir röportajında "İngilizler, Fransızlar, daha doğrusu Almanlar hiçbir zaman lafını bile etmediler. Politik baskı Almanya'da hiçbir zaman söz konusu olmadı. Amerika'da resmen 'yapma' dediler." diye anlatıyor.
1990'da Berlin'de 'Şimdiki zaman sonsuzluk' sergisine katıldı. 1991'de Sankt Petersburg'da Benois Palace'da Palitra Galeride 'İkonoslar için ikonlar' adlı enstalasyonunu sergiledi. Erol Akyavaş resminde her dönem ayrı imgeleri kullanmıştır. Kapılar, kaleler, labirentler, ikonlar bunlardan bazılarıdır. Sembollerle iletişim kurduğumuz için, bunların simgesel değerleri yada değersizlikleri onu ilgilendirdi. İkonları tanımlarken: "İki bin yıllık bir drahmiyi elime aldığında düşünüyorsun, bunun için kıyametler koptu. Benim için ise ancak tarihi bir değeri var. Ama hiçbir gücü yok. Bunlara bir zamanlar çok bel bağlanmış sonra onların yerine başkaları gelmiş. O paranın ezikliği, bitkinliği....." Labirentleri için ise: "Labirent burada metafor. Metafor da ne olduğu labirentin içinde saklı. Hz. Mevlana'nın 'içindeki içinde saklıdır' lafı çok önemlidir. Burada labirentten kast edilen, Hepimizin varmak istediği bir nokta var, oraya varmak için bir yoldan geçiyoruz. Bu yollarda kavşaklardan geçiyoruz. Muhakkak bir karar veriyoruz bu kavşaklarda. Bunların hepsinde doğru karar verdiğimizde, o noktaya varılıyor. Bunu da en iyi anlatan şekil labirent oluyor." diye anlatıyor.
Yapıtlarındaki soğuk anlatım, ayrıntılı simgeler, Erol Akyavaş'ın resimlerini dışarıdan bir göz olarak izlemeyi gerektiriyor. Hiçbir zaman felsefesini ya da simgeler deki gerçek anlatımı bilmeden içine almıyor. Özelikle tasavvufta geçen cümlelerin yardımıyla resimlerin anlatımı kolaylaştırılıyor. Sanatçıyı tanımak için hangi dönemlerden geçtiğinin bilmemiz ona yaklaşmamızı kolaylaştırıyor.
ı.d

Otto Dix


Sanat tarihinde Goya'nınkilerle karşılaştırılabilecek bir öneme sahip olan savaş resimleriyle tanıdığımız Otto Dix, gönüllü olarak katıldığı Büyük Savaşı betimleyen ünlü Savaş triptiğini yapmak için aradan tam on yıl geçmesini bekler. Bu kadar azman bir konuyla uğraşacak kadar kendini yetkin hissetmez. Savaş deneyimleriyle ilgili pek çok çizim, baskı, resim yapmış olsa bile, bir başyapıt olarak zamanötesi, evrensel bir büyük resim için uzun yıllar beklemeyi gereksinir. Gerçekte, savaş başlangıcındaki Dix ile sonrasındaki Dix arasında farklılık bu kadarla kalmayacaktır. O hiç kuşkusuz kendisi için tek doğru filozof olan Nietzsche gibi, savaşın, insanın kendini yenilemesi için gereksinim duyulan temel güçler arasında doğal bir olgu olduğunu düşünecek ve değerli olan şeylerin değersizleşmeye başladığına tanık olduğu bir gençlik nihilizmine yandaş olarak, 1914 savaşına gönüllü koşan pek çok genç gibi, kendini savaş romantizminin kucağına isteyerek teslim edecektir. Dix ,ne kendisi gibi savaşa gönüllü yazılan Kirchner gibi eğitimini yarım bırakacak, ne de Beckmann gibi travmatik bir şok yaşayacaktır, tersine ön saflarda çarpışacak, Zerdüşt gibi gerçeği kendi gözleriyle görmek isteyip dehşeti tanıyacak ve cephede artık ona da sadece cesetler/ölüm eşlik edecektir. Gerçeği seven bir kişi olarak her şeyi görmeliydim. Kendim için hayatın bütün derinliklerine dalmalıydım.Bu yüzden savaşa katıldım,bu yüzden ilk saflarda gönüllü olarak çarpıştım diyen o yılların genç Dix'i için, dünyayı bilebildiği kadar, kendini de bileceği, insanın ancak kendinde dünyayı, dünyada kendini öğreneceğini söyleyen Goethe gibi, yetkin bir er kişi olmanın koşulu, cesaretini sınayıp soğukkanlılığını bileyeceği bir okuldu savaş.Ve gördü
Genç biri olarak korkmuştum. Cephe cehennem gibiydi. Şimdi bunu anlatırken gülmek kolay ama insanların altlarına doldurduklarını gördüm. İleriye hareket ettikçe korku da azalıyordu. Tam cepheye ulaştığınızda artık korkmuyorsunuz.Bütün bu olguları mutlaka yaşamak zorundaydım. Birdenbire yanımdakinin nasıl düştüğünü, ölüp gittiğini, merminin tam isabetle onu vurduğunu görmek, bütün bunları kesinlikle yaşamak zorundaydım. İstedim bunu. Yani, asla savaş karşıtı değil, belki meraklı biri olabilirim. Bunları kendim için görmek zorundaydım. Ben, bütün bunların böyle olduğunu doğrulamak için her şeyi kendi gözlerimle görmem gereken bir gerçekçiyim. Savaş, kanla yıkanılarak ulaşılan bir katarsisti. Dix notdefterinde bir yandanbitler, fareler, dikenli teller karmaşası, pireler, sıçanlar, kediler, gazlar, mermiler, pislik, makineli tüfek , alev, çelik; savaş işte bu! Şeytanın işinden başka bir şey değil diye yazarken, bir yandan savaşı en gerçekçi biçimde anlatabilecek resimleri için hastanenin pataloji servisinden getirilen bağırsaklar, iç organlar ve kopuk vücut parçaları üzerinde çalışıyordu. Daha sonra özellikle Siperler adlı resmi;1924'de sergilendiğinde, bir tabuya dokunduğu için sanat eleştirmenlerince şiddetle eleştirilecek, ilginçtir Hitler tarafından da Halkın savaşma direncini kırdığı" gerekçesiyle 1937'de "Yoz Sanat" sergisinde gösterilerek 1939'da Berlin İtfaiye Merkezinde yakılacaktır.
Ama ne olmuştu da Dix on yıl sonra, yeniden bu eski konuya dönmüştü? Savaş çanlarının çalmaya başlayacağı bir dönemin arifesinde (1929 yılında başlayıp, Hitler'in tam iktidara oturduğu tarihten bir yıl önce 1932 de bitirdiği) ünlü Savaş triptiğini yapma gereğini neden duymuştu? Büyük Savaş sırasında, Thomas Mann'ın belirttiği gibi Bir kültürün ve Alman halkının yıkılmasına karşı koymak amacıyla tek vücut olmay savaşta başaracaklarına inanmış gençler gibi, Dix, daha önce hiç görmediği kadar tiksindirici şeyler görmüş, Dante'nin cehennemini bizzat yaşamış biri olarak, bu eski konuya dönmek gereksinimini neden duymuştu? Oysa bir dönem dışavurumcu olarak, bir dönem Dada'ya bulaşarak, ardından Alman klasik resimlerine yönelip Yeni Gerçekçi olarak ünlenmişken, 1920'ler Almanya'sının tarihini ve toplumsal hayatını tüm çıplaklığıyla betimleyen portreleri, malülleri, fahişeleri, seks katillerini, insanlığın utanılası çirkin yanını betimlemeyi sürdürürken, savaş konusunu pek çok kez dışavurumcu palet ve üslupla gerçekleştirip, bu çalışmalarını gravüre de uygulamışken, bir büyük resimle aynı konuya neden yeniden dönmek istemişti?
..Weimar Cumhuriyetinde pek çok kitap bir kez daha saçma biçimde kahramanlık propagandası yapıyordu... İnsanlar savaşın getirdiği anlatılmaz acıları neredeyse unutmaya başlıyorlardı... Bu koşullar bana Savaş triptiğini yaptırdı . Ancak sadece bir kez Prusya Akademisi'nin Sonbahar Sergisinde, Berlin'de gösterilebilen bu eser, sandıklara konularak Nasyonal Sosyalist iktidar boyunca gözlerden saklandı. Dix'in gerek Büyük Savaş sırasında yaşadığı, gerekse bundan böyle yaşayacağı hakikat karşısında can vermemek için", kendince direnişinin bir yolunu, gençliğinde büstünü yapacak kadar sevdiği Nietszche'nin buyurduğu gibi "sanat diye bir şeye sahip olmakla" buldu.
Canan Beykal

Hannah Höch

Hannah Höch,1889 yılında Gotha'da dünyaya geldi. O dönem, sessiz filmlerin çekildiği, sayılı otomobillerin yollarda dolaştığı, daha çok büyük kara trenlerle yolculuk edildiği, erkeklerin şapkalı, kadınların kaküllü kısa saçlarıyla modayı yakaladıkları yıllardı. Höch kendi deyimiyle, küçük burjuva ilişkilerinin etkisiyle Berlin'e resim öğrenmeye gitti. Charlottenburg'daki Tatbiki Güzel Sanatlar Okulunda Harold Bergen'in yanında eğitimine başladı. Fakat Birinci Dünya Savaşı başladı. Herkes gibi onun da hayatı da olanlardan etkilendi. Artık o pembe hayalleri olan genç bir kız değil, politik görüşü olan ve bütün bu olanlara kafa yoran biriydi. Gotha'da bir sene kızıl haç yardım organizasyonlarında çalıştı. Tekrar Berlin'e öğrenciliğe geri döndüğünde sene 1915 idi. Devlet Tatbiki Sanatlar Müzesi Okulu'nda Grafik öğrenmeye başladı. Farklı eğitimler almaya açıktı. Höch, 1901 yılından beri Berlin'de yaşayan Raoul Hausmann ile dost oldu. Bu arkadaşlık onun hayatının en önemli dönüm noktası oldu. Hausmann'dan bahsederken "Ondan çok şey öğrendim; felsefi düşüncelerin çıkışsız derinliklerinde, dünyevi aşkın yasalarına boyun eğmeyi de..." Yazar Walter Mehring Hausmann'ı "Dada etrafındaki polemiğin kabadayısı, kolajlarıyla, kılık kıyafeti ekşimiş ifadesiyle en kavgacı, en öfkeli dada taraftarı" olarak bahseder. Hausmann figüratif bir ekspresyonistti. Höch ile on yıla yakın beraberliğinde parasızlığı, resim tutkusunu, yardımlaşmayı ve büyük bir aşkı yaşadılar. 1916 yılında Höch Tatbiki Güzel Sanatlar Müzesi'nde Oskar Bangemann'dan ksilografi tekniğini öğrenen Höch, en çok eserlerini kolaj, foto montaj tekniğinde üretti. Resimleri de, kendi iç yolculuğunu, politikacıların komik durumlarını, kadın olmanın özel durumlarının anlatmaya çalıştı. Çok istemesine rağmen çocuğunun olmaması, doğmamış çocuk figürlerini sıkça yapmasına neden oldu. Kendini dokümantalist olarak da tanımladı, kestiği dokümanları da sergiledi. Kolajın rastlantılarına kendini bırakmadı. Malzeme yapmak istediği resmin önüne geçmedi. 1918'de Huelsenbeck, Hausmann, Jung, Baader, Grosz ve Heartfield Dada kulübünü kurdular. Dada konferansları ve çeşitli dada aktivitelerinde Höch, kolajlarıyla Berlinli dadaistlerin belli başlı öncülerinin arasında sayılıyordu. Dönemin entelektüelleri arasında yerini almayı bildi.
1921 uzun yolculukların, çeşitli arayışların başlangıcı oldu. Dokuz sene sonra Amsterdam'da kişisel sergilerini açtı. Resminde, baktığımız yeri kendimizin belirlediğini, her şeyin değişebilirliği, kavramların değişe bilirliğini anlatmak istedi. 1930 yılından sonra giderek yalnızlaşmaya başladı. Hollanda'da kaldığı süre içinde Berlin'deki sanat dünyasıyla bağları kopmaya başladı. Yağlı boya resimlerinde dada döneminin biçim ve konularını kullanmasına rağmen, anlatımı soyutlaşmaya başladı. 1932'de Dessau'da Bauhaus'da bir Hannah Höch sergisi hazırlanmak istenildi. Fakat sanatçıya resimleri kısa zaman sonra geri gönderildi. Çünkü Nasyonal Sosyalist Eyalet Hükümeti Bauhaus'u kapattı. Höch, Berlin'in kuzeyinde bulunan Heiligensee'de inzivaya çekildi. Burada terkedilmiş bir hava limanının bekçi kulübesi Höch'ün son ikametgahı oldu. Aynı zamanda dada geçmişine ait bir çok eseri, Nasyonal Sosyalistlerin elinden kurtarmayı başardı. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra; Nasyonal Sosyaliszm'in "soysuz" olarak tanımladığı sanatçılar arasında ilk sergi açabilen sanatçı Höch olmuştur. Kendi ülkesi dışında da Avrupa'da en önemli müzelerde sergi açma fırsatı buldu.1978 yılında 89 yaşında Berlin'de hayata gözlerini yumana kadar çalışmaya ve sergiler açmaya devam etti.
Resimlerinde malzemenin bile (kesilen dokümanların) tek başına tarihe tanıklığı, günlük hayatın objeleri aslında, zaman için anlamsızlaştığı ve hatta komik duruma düştüğünü görmek insanı etkiliyor. Bir kadın sanatçının gözüyle kendimize, çevremize, tarihe bakmak çok iyi bir fikir.
ı.d

Max Ernst


Max Ernst döneminin en etkileyici, en farklı sanatçılarından biri, 20 nci yüzyılın diğer devi, Picasso ile birbirine tamamlayan kutuplar olarak tanımlanmıştır. 1891 yılında Almanya'nın Köln kenti yakınlarında dünyaya geldi. Babası sağır dilsiz okulunda öğretmen olsa da aslında kendisi gibi "tüm gönlüyle" ressam. 1 inci Dünya Savaşı öncesi Bonn üniversitesinde felsefe ve psikoloji okudu, yerel gazetede geleneksel sanatı sert bir dille eleştiren yazılar yazdı. Savaş yıllarında cephede Fransızlara karşı savaşmak zorunda kaldı. Savaştan sonra, akademik resim eğitimi görmeden babasından öğrendiği tekniklerle yola çıkarak sanatçı mesleğini seçti. Savaşın neden olduğu kaos, ekonomik ve moral çöküntü sanatta da değişimleri hızlandırdı, muhafazakarlarla asi ruhlu modernciler arasındaki uçurum giderek büyüdü. Dışavurumculuk, kübizm yanısıra dadacılık, gerçeküstücülük hep elinde büyüdü. Dönemin en önemli şair ve ressamlarıyla beraber oldu, kolaj, resim, litografi, heykel, sahne dekor ve yazılarında bu etkileri barındırdı. Kendi bulduğu frotaj (karışık teknikle baskı - kolaj) tekniğiyle sanatını giderek özgün hale getirdi. Malzemelerin derinliği ve değişkenliği onu heyecanlandırdı, resimde "resmin ötesini" arardı hep. Bu macerayı, sonucunun tam olarak nereye gideceğini bilememe halini, rastlantının gücünü önemsedi. Deney yapma zevkiyle, ressamın sürekli bir arayış içinde olması gerektiğini savundu: "Ressam kendini bulduğu zaman bitmiştir". Anavatanı Almanya ile arası hiçbir zaman iyi değildi, dar kafalılıktan, para ve güç hırsından nefret ederdi. 1922'de yerleştiği Fransa'da, büyük ölçüde rahatlar. Yine de "düşman ülkenin vatandaşı" olarak 2nci Dünya Savaşı başladığında gözaltına alınır, Fransız kamplarda sürünürdü. Fransa işgal edilince bu sefer Gestapo peşine düşer. 1941 yılında Amerika'ya kaçmayı başarır. Bir süre New York'ta kaldıktan sonra Arizona'da hayal ettiği ışık, ıssız gecelerin çok sevdiği gökyüzü, tuhaf ve gizemli kaya formasyonları onu büyüler, ufacık bir köyde kendine ve son karısına ev yapar. 1948'de Amerikan vatandaşı olur ancak esas vatanı olarak kabul ettiği Fransa'ya 1953 yılında döner, beş yıl sonra da Fransız vatandaşlığına geçer. Almanya'dan gidişi o gidiştir, hiçbir zaman doğduğu ülkeye bir daha yerleşmez.
Max Ernst'in resmin, baskı ve kolajlarında belirgin bir şiirsellik, insanı iten bir gerilim, sürükleyici ve nükte dolu bir kitap kadar öykü vardır. Bütün bu parçalar, kaybolmuş bir hayatın, felsefenin, mekanların ip uçlarıdır. Baskı teknikleriyle, çoğaltmaların amacı sanatta, tek obje olmaya rededme durumundandır. Sanatçı tabulaştırılmaz, geleneksel boya teknikleri umursanmaz. Her obje ancak düşünce gücüyle anlam kazanabilir. Max Ernst' in en büyüleyici kılan da her türlü uzlaşmaya uzak kalmasıdır.
ı.d

Francis Bacon

Francis Bacon
Onun yaşam aralığını kitaplar 1909- 1992 olarak kayda geçmiş.
Dublin doğumlu ünlü ressamın kuru hayat hikayesini yazmaktansa onun televizyon röportajından çarpıcı bölümleri yazacağım.
Sanırım bu resim tarihinin en çok öykünülen hatta açıkça kıskanılan ressamın daha insani bir portresi çıkacak. Kişisel olarak bu konuşmayı dinlediğimde hayatın kimse için kolay olmadığını bir kez daha anladım. Bir akademi öğrencisiyken bu kadar zengin sayılı çağdaş ressamlara karşı kızgınlığım hiç bitmiyordu. Sonradan anladım ki onun nefretinin geldiği yerin benimkiyle aynı olduğu açıktı. Bu akrabalık cebimde uğur parası gibi ölene kadar saklayacağım değerlerden biri haline geldi. Şimdi seyrettiğim röportajından hatırladığım notlar:
* Rastlantıların hayatında büyük önemi olduğunu daha doğrusu hayatını temeli olduğunu anlatıyor. Mesela parasızlıktan bir gün tuvalin arkasını kullanmak zorunda kalıyor. Bu da tarzının ortaya çıkmasında önemli bir doku haline geliyor.
* Yaşamında bir çok insanı kaybetmiş. Biride sevgilisi (öldüğünü anlıyoruz) Hayatını ileriki yaşlarda çöle döndüğünü söylüyor.
* Resimlerini fotoğraflara bakarak yapmış, bunlar ceset fotoğrafları falan. Tabi röntgen filmlerini de unutmamak lazım.
* Atölyesini gösteriyorlar çok küçük, iki tuvali birden çalışılamıyor. (Bu bana enteresan geliyor çünkü bu çekimler yapıldığında çok meşhur dünyanın en büyük müzelerinde işleri var. Bu paraların nereye gittiğini sonradan anlıyorum)
* Kumarbaz zaman zaman bütün parasını Vegas'ta kaybediyor. Bir defasında kumar borcunu ödeye bilmek için bir yıl çalışmak zorunda kalmış.
* Bu kadar meşhur bir ressam olacağını hiç tahmin etmemiş, hep başka işlerde çalışacağını düşünmüş.
* Gay barların değişmez müdavimi herkesle çok samimi, konuşmanın bir yerinde her türlü uyuşturucuyu kullandığını ima ediyor.
* Yüzünden nefret etmesine rağmen kimse olmadığından çoğu zaman kendi portresini yapmış.
* Son dönemlerinde resimlerindeki atılmış boya lekelerini de kendi resminden duyduğu nefretten olduğunu söylüyor. Sonradan bunun resmine yakıştığını söylüyor.
* Bir sürü vahşi hayvan katalogu var ayrıca erkek kaslarından da çok hoşlandığını anlatıyor.
* Ağız içini çok güzel buluyor, rengini falan. Peki neden siyah tonlarında boyuyorsunuz diye soruyorlar beceremiyorum diyor.

ı.d

15 Ekim 2010 Cuma

çöken sitenin ardından

Offf isildirican.com gene patladı. Serveri aramak lazım. Zaten orayı tasviye edecem de hızlandırmak lazım şimdi. Bari oradaki yazılarıda buraya alayım orası sadece port folyo olarak kalsın. Portmanto güzel kelime ama portfolyonun yerini tutmaz tabi...

Sneezy